ATA TOPRAKLARI

Asya’dan Afrika’ya Osmanlının 16. Yüzyıl Kanal Projeleri



16. yüzyıl, Osmanlı Devleti’nin dünya üzerinde en geniş egemenlik alanına sahip olduğu; bununla beraber ilk çeyreği hariç, ekonomik ve politik anlamda gerilemenin gittikçe hissedildiği yılları içerir. Coğrafik keşifler sonrasında Akdeniz’deki Osmanlı limanlarının ticarî önemini yitirmesi; Amerika’ya ulaşan İspanyolların Osmanlı ülkelerinde ucuz altın ve gümüşü dolaşıma sokmaları; toprakların genişlemesi nedeniyle seferlerin güçlükle yapılması, gerilemenin önemli sebeplerinden sadece birkaçı. O günün dünyasında hem çok güçlü olup ve hem de çok büyük tehditler altında bulunan Osmanlı, bekasını korumak ve himayesi altındaki Müslüman halkları gözetmek refleksiyle, 16.yüzyılın ikinci çeyreğinden sonlarına değin, son derece parlak mühendislik projeleri geliştirdi. Bu projelerden ilk ikisi Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’nın; üçüncüsü, yine bir Sadrazamın, Sinan Paşa’nın çağı aşan bilimsel ve stratejik vizyonuna ışık tutuyor.

                               Süveyş Kanalı Projesi (1568) 

Akdeniz’den Kızıldeniz yoluyla Hint Okyanusu’na açılma amacıyla Süveyş’te bir kanal kazma projesi, Osmanlı’nın gündemine ilk olarak Hint Okyanusu’nda beliren Portekiz tehlikesi nedeniyle geldi.

Portekizlilerle mücadele Osmanlı’nın Mısır’ı, ardından Yemen ve Aden’i almasından sonra daha programlı olarak sürdürüldü. Kanunî Sultan Süleyman döneminde (1520-1566) planlanan Hindistan seferiyle Portekiz tehlikesinin ortadan kaldırılması planlanmıştı. Bu bağlamda Süveyş’te 80 gemiden oluşan güçlü bir donanma inşa edildi (1530). İşte bu süreçte Süveyş kanalı projesi de gündeme geldi. Akdeniz’den Kızıldeniz’e ulaşması amaçlanan kanal, Nil nehriyle Süveyş arasında kazılmaya başlandı. Osmanlı’nın o dönemki arşiv belgelerinde kanalla ilgili bilgilere ulaşılmış değil. Profesör Halil İnalcık anılan ilk Süveyş Kanalı girişimini muhtemelen resmi raporlar ve seyahat günlükleri gibi yabancı kaynaklardan faydalanarak 1531-1532 yıllarına tarihlendiriyor. Bununla beraber Batılı bazı kaynaklar kanalın kazılma tarihini 1529’a kadar çekiyor. 

Süveyş Kanalı kazılmasına ilişkin ikinci girişim II. Selim (1566-1574) döneminde Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’nın önderliğinde gerçekleşti. Osmanlı devlet kayıtlarına yansıyan bilgiler, Hint Okyanusu’nda devam eden Portekiz-Osmanlı mücadelesinde Akdeniz’deki donanmayı Kızıldeniz’e indirebilmek amacıyla, Akdeniz’le Kızıldeniz arasında bir su kanalı açılması hazırlığı olduğuna işaret ediyor. Bu amaçla Sultan II. Selim, 1568’de Mısır Valisi’ne bir ferman göndererek, ticaret ya da hac amacıyla Hint Okyanusu’nda seyreden tüccarların ve Müslümanların Portekizlilerin saldırılarına maruz kaldığını aktardıktan sonra, Süveyş’le Akdeniz arasında bir kanal açılmasının uygun olup olmadığını araştırıp rapor etmesini istedi. Olumlu bir rapor gelmesinin ardından kanal kazılması karara bağlandı, ancak Saray içinde Sokullu’ya karşı yürütülen muhalefet ve Padişahın 1570’te Kıbrıs seferine ikna edilmesiyle uygulamaya konulamadı. Süveyş Kanalı 1869 yılında İngilizler tarafından açıldı.



                          Don-Volga Kanalı Girişimi (1569)

Osmanlı’nın parlak bir zekâ ve çağını aşan bir görüş kabiliyetine sahip olduğu anlaşılan sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa’nın, güneyde Portekizlilere karşı hayata geçirmek istediği Süveyş kanalı projesinin uygulamaya sokulmamasından yılgınlığa düşmediği görülüyor. Nitekim Sokullu’yu yaklaşık bir yıl sonra Don-Volga kanalı projesinin başında buluyoruz. İnalcık’ın yaptığı etraflı araştırmalar kanal projesinin geçmişinin Kanunî devrine kadar gittiğini ve İran sorunu dışında, yepyeni bir tehlike olarak kuzeyde beliren Ruslarla baş etme amacı güttüğünü ortaya koyuyor. Kanunî döneminde Astrahan ve çevresinde Müslüman halklara yapılan baskılar II.Selim döneminde artarak devam ediyordu. Hac ve ticaret yolları için Hint Okyanusu’nda Portekizlilerle savaşmaya devam eden Osmanlı, 1568 başlarında kuzeye dönüp Astrahan seferine niyetlendi. Böylece Karadeniz’e dökülen Don ile Hazar Denizi’ne dökülen Volga (İtil) nehirleri arasında bir kanal açma projesi yeniden gündeme gelmişti. 
 
Sokullu Mehmet Paşa tarihte geçen adıyla “Ejderhan (Astrahan) seferi” için hazırlıkları başlattı. Kış boyunca süren hazırlıklardan sonra 1569 yılının Ağustos’unda, Astrahan’ın biraz kuzeyinde tespit edilen bölgeye gelindi. Burası Eski Yunanlılar tarafından Don’un ve Volga’nın, iki ayrı denize dökülmeden önce, üzerinden geçtiği en sığ toprak olarak tespit edilmişti. Öyle anlaşılıyor ki Çerkez Kasım Paşa bölgede araştırma yaparken antik döneme ilişkin bilgiler de edinmişti.

Don Nehri’nin bir kolu olan Ilovlya Çayı ile Volga’nın kolu Kamsyshinka Çayı arasındaki (şimdiki adıyla) Petrow Val kasabasının bulunduğu alanda kanal kazılmaya başlandı. Üç ay boyunca aralıksız kazıldı. Kanalın üçte biri açılmıştı. Kanal kazımında çalışmak üzere 30.000 Nogay Tatarı tutulmuştu. Tarihçi Peçevî güvenlik, iaşe ve araç-gereç bakımından hiçbir eksik yokken, Tatarların asker arasında, bölgenin kışının üç ay erken geldiği ve dayanılmaz soğuklarda çalışmanın mümkün olmayacağı yönünde bir dedikodu yaydığını ve bunun sonucunda askerlerin dağılıp memleketlerine döndüğünü söylüyor. Tarihçiye göre bu dedikoduyu organize eden kişinin Kırım Hanı olduğu yönünde bir kanaat vardır. Çünkü Han, Osmanlı ordusunun karadan ve denizden Kıpçak Bozkırı ve Şirvan taraflarına gidip gelmesinin Tatarları gözden düşürüp hanlığı tehlikeye atacağına inanıyordu. 

Tüm bu olumsuz rüzgârlar üzerine ordu dağılmaya başlayınca, Kasım Paşa geri çekilme emri verdi (Eylül 1569). Yolda II. Selim’in, ordunun Astrahan’da kışlaması fermanı ulaştıysa da çekilme devam etti. Sıkı bir planlama, masraf ve çabayla, kanalın üçte birinin kazılmasının ardından bir ay süren zorlu çekilme sürecinde askerin yarısı telef olmuştu. Böylece Sokullu’nun Süveyş Kanalı projesinin ardından Don-Volga Kanalı projesi de sonlanmış oluyordu. Don-Volga Kanalı, Sovyetler Birliği’nce Osmanlı’nın seçtiğinden farklı iki noktadan yürütülen 5 yıllık bir kazı çalışmasının ardından, 1952 yılında kullanıma açıldı.



           Sakarya Nehri-Sapanca Gölü-İzmit Körfezi Kanal Projesi (1591)


Osmanlı’nın başkenti İstanbul’un en önemli özelliklerinden biri, bir tür tüketim merkezi oluşuydu. Başta Saray olmak üzere başkentin her türlü tedarikini en kolay ve en masrafsız şekilde çözme meselesi, her dönem önemini korudu. Bu bağlamda daha Kanunî Sultan Süleyman döneminin sonlarında (1565-66) Mimar Sinan ve Kiriz Nikola isimli usta, Sapanca Gölü ile İznik Körfezi arasında bir kanal kazıp başkentin odun ihtiyacını bu yolla karşılamak üzere bir proje geliştirmişti. Yerinde tespit yapıp kazılacak alan ölçülmüş, yaklaşık 15 km olduğu anlaşılmıştı. Ancak proje uygulamaya koyulacağı sırada bazı engeller ortaya çıkmış ve vazgeçilmişti. 

  
Çeyrek asır sonra padişah III. Murad döneminde (1574-1595) aynı proje daha da geliştirilmiş haliyle tekrar gündeme getirildi. Sadrazam Sinan Paşa, 1591’in Mart ayında, mimar ve mühendisleri bölgeye götürüp bu kez Sakarya Nehri’nden Sapanca Gölü’ne, oradan da İznik Körfezi’ne ulaşacak bir kanallar zincirinin etüdünü yaptırdı. Matematiksel ve mühendislik hesapları kullanılarak yapılan etütler üç gün sürdü. Yoğun çalışmalar sonunda hazırlanan projede -bir önceki projede belirlenen 15 km’ye ek olarak- Sakarya-Sapanca arasındaki kanalın yaklaşık 4,5 km uzunlukta olacağı belirlenmişti. Böylece toplamda yaklaşık 20 km uzunluğunda bir kanal kazım projesi hazırlanıp Padişaha sunuldu. Proje Padişah III. Murad tarafından kabul gördü ve devletin her noktasına ulaşan bir ferman yayımlandı. Fermanda, bir yıl içinde ustalardan ve işçilerden oluşan tahminen 30.000 kişinin toplanması, gerekli araç-gereç ve kumanyanın hazırlanıp kazının başlatılması isteniyordu. Ancak projenin akıbeti beklendiği gibi olmadı. 

Dönemi yaşayan tarihçi Selanikî, projenin uygulamaya sokulamamasının sebebini, ileri gelen bazı görevlilerin Padişah’ı caydırması olarak açıklıyor. Onlara göre gemiler yaptırıp donanmayı geliştirmek gibi çok daha önemli bir iş beklerken, halka ve devlete faydası olmayan böyle bir projeyi uygulamaya koymak yersizdi. Başkentin odun ihtiyacı daha önce nasıl karşılandıysa yine aynı yollarla karşılanabilirdi. Üstelik Sadrazam Sinan Paşa, sırf kendi geleceğini garantiye almak için bu proje üzerinde ısrar ediyordu. 

Sonuç olarak, neredeyse kazma vurmaya başlanacak duruma gelmiş olan Sakarya-Sapanca-İzmit kanal projesi, sıkı bir karşı propagandayla askıya alındı ve yüzyılın diğer iki parlak projesi gibi Osmanlı tarihi sayfaları arasında kaldı. Bununla beraber aynı bölgede kanal açılması amacıyla 17. ve 19. yüzyıl arasında beş ayrı proje daha hazırlandı, ancak çeşitli sebeplerle hayata geçirilemedi.



Kaynaklar:



Peçevi Tarihi, Haz. Bekir Sıtkı Baykal, Cilt I, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1981.
Tarih-i Selânikî, Haz. Mehmet İpşirli, Cilt I, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1999.
İnalcık, H., Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, Cilt I, Eren Yayınları, 2000.
İnalcık, H., Osmanlı-Rus Rekabetinin Menşei ve Don-Volga Kanalı Teşebbüsü (1569).
Türk Tarih Kurumu (Ayrı Basım), 1948.
Melis, N., “Some Remarks on the Idea of a Suez Canal in the 16th Century”, Eurasian Studies, Cilt VIII, Sayı 1-2, 2010.
Sakarya-Sapanca-Marmara Kanal Projeleri, Haz. Ömer Faruk Yılmaz, Çamlıca Basım Yayın, 2010.
http://www.bscsif.ro/wp-content/uploads/2012/02/DS02_EN-Binder.pdf

 






Devamını Oku »

İlim Çin'de de Olsa Gidip Alınız!



Son dönemlerde Türk Piramitleri veya Beyaz Piramitler olarak adını sıkça duyduğumuz, Çin’in Şaanşi eyaletinin Xian (Şian) şehrine 100 km uzaklıkta, Qin Ling Shan dağları etrafındaki irili ufaklı 100 civarı piramitten bahsetmek istiyorum. Bu konuda en kapsamlısı araştırmacı yazar Oktan Keleş’e ait olmak üzere pek çok yazı yazılmış olsa da kısa ve öz bir şekilde kendi fikrimi dile getirme ihtiyacı hissettim.

Bu piramitlerin ilk defa II. Dünya Savaşı sırasında Amerikalı pilot James Gaussman tarafından görüldüğü veya Trans World Havayolları’nın Uzak Doğu yöneticisi Binbaşı Maurice Shehan tarafından görüldüğü iddia edilse de Osmanlı gazetelerinde bu piramitlere ait resim bulunmaktadır. 1984’te bölgeye giden eski sağlık bakanı Halil Şıvgın Mısır’dakilerden daha ileri tekniklerle yapılmış mumyalar gördüğünü belirtmiş ve yine 1994 yılında Alman araştırmacı yazar Hartwig Hausdof da bölgeye giderek orada çektiği bazı fotoğrafları halka sunmuştur. Yakın zamanda da araştırmacı yazar Oktan Keleş tarafından piramitlere gidilmiş, dönüşte pek çok bilgi ve fotoğraf paylaşılmıştır. Oktan Keleş’in yazısından sonra konu daha çok ilgi görmeye başlamış ve bugün dilden dile yayılır hâle gelmiştir.


Dünyanın yedi harikasından biri kabul edilip günümüze kadar ulaşan tek eser olan Mısır’daki Keops Piramidi, günümüzde 138 metre yüksekliği ile dünyanın en büyük piramidi kabul edilmektedir. Oysa yazıda bahsettiğimiz Türk piramitlerinin en büyüğünün 300 metre yüksekliğe sahip olduğu tahmin edilmektedir. Sırf bu yönüyle dahi araştırılmaya değer görünen bu piramitler içinde barındırdığı tarihi belgelerle de muhakkak ki büyük önem arz etmektedir.

 Araştırmacı yazar Oktan Keleş’in yazısında bahsettiği Çinli ihtiyarın belirttiği üzere piramitlerde atalarımıza ait mezarlar, mumyalar, tarihimizle ilgili resim ve yazılar, tabletler, heykeller ile dünyanın ilk Türk kütüphanesi bulunmaktadır. Özellikle Oğuz Kağan’ın temsili sureti ve ona ait olduğu iddia edilen mezar insanı heyecanlandırmıyor değil.

Eskiden Çinliler tarafından varlığı reddedilen bu piramitler artık gün yüzüne çıkmış, her ne kadar toprakla örtülüp ağaçlandırılarak gizlenmek istense de bu noktadan sonra bu pek mümkün gözükmemektedir. Google Earth’ten dahi rahatlıkla görülebilen bu piramitlerin varlığı artık inkâr edilemediğine göre geriye kalan soru şu: Bu piramitler kime ait?

Çinliler tarafından kullanılmayan ay yıldız sembolleri, kurt başları, Oğuz Kağan’ın çift boynuzlu temsili sureti ve yöre halkı arasında bize ait olduğu şekilde bilinmesi piramitlerin Türklere ait olduğu tezini güçlendiriyor. Bunca yıl inkâr edilip böylesine gizlenmeye çalışılması da zaten piramitlerin Çinlilere ait olmadığını kanıtlar niteliktedir.


Yıllık ortalama 9 buçuk milyon turistin ziyaret ettiği Mısır’da bu turistik hareketliliğinin en büyük sebebi hiç kuşkusuz Gize Piramitleri’dir. (Keops, Kefren, Mikerinos piramitleri) Yine yıllık ortalama 57 milyon turist sayısı ile dünyanın en çok ziyaret edilen ülkelerinden biri olan Çin’in böylesine bir turistik fırsatı elinin tersiyle itmesinin sebebi ne olabilir?

5000 – 6000 yıllık olduğu tahmin edilen bu piramitler hiç şüphe yok ki dünya tarihini değiştirecek çok önemli belgeler içermektedir. Olası değil ama hiçbir belge elde edilemese dahi yapılacak araştırmalar piramit yapımının ve mumyacılığın Mısırlılardan önce Türklerde görüldüğünü kanıtlamaya yetecektir. - Mumyacılık konusuna ayrıca Xiaohe’nun Güzelliği (Lolan Güzeli) adı altında ayrıca değinmeyi düşünüyorum. -

Bilindiği kadarıyla ziyaret yasağı bulunmayan bölgede fotoğraf ve video çekmek, arkeolojik kazı yapmak yasak durumda. Bu yasakların devletler arası diplomasi ile bir an önce çözülüp gerekli araştırmaların başlaması takdir edersiniz ki çok önemlidir. Bu konuda gerekli çalışmaların da yapılıyor olduğunu düşünüyorum.

Sonuç olarak ister sahih hadis kabul edin ister kadim bir söz, ilim Çin’de de olsa gidip almak bizim vazifemizdir. Atalarımızın binlerce yıl önce bıraktığı mirası araştırmak, tarihimizi öğrenmek bizim yükümlülüğümüzdür.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi “Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.”




Özgür KAYA



Devamını Oku »

Boerte - Gobi







Toroslardan bakınca Altayları, Samsun'a çıktığımda Kırım'ı görmüyorsa gözlerim neye yarar?
Söğüt yaylağında duyduğum esinti getirmiyorsa bana Issık Göl'ün kokusunu, o rüzgâr neye yarar?
Kara yağız yer, mavi gökyüzü Bilge Kağan'a kavuşamamışsa sonsuzluk neye yarar?
Ve gönlüm kaldıysa Tanrıdağ'ın tanrılaşanlarında, bu yürek neye yarar?
Varsın ölsün, yaşamak neye yarar?

Devamını Oku »

Türk Kültüründe Ağaç ve Ağaç Kelimesinin Kökeni

Ulu Kayın

Ağaç: (Ağ/Ak). Değişik türleri bulunan odunsu bitki. Ağmak (yukarı çıkmak) fiiliyle bağlantılıdır. Uzamak anlamı taşır. Bu bağlamda göğe doğru olmayı belirtir. Ağacın kutluluğu belki de göğe doğru yükseliyor olmasından kaynaklanır

AĞAÇ ANA: Ağaç Tanrıça.
Eş Değer: AĞAŞ (AĞAS, YAĞAÇ, YIĞAÇ, CIĞAÇ, EVES) ENE
Eş Anlam: MAS ANA
Moğolca: MOD (MODON, MODUN) ECE

Yerle göğü birbirine bağlayan yaşam ağacı Ulu Kayın’ı (Bay Terek’i) korur. Bazı Türk boyları ağaçtan türediklerine inanırlar. Örneğin bir boyun adı olan Kıpçak kelimesi, “Ağaç Kovuğu” demektir. Kıpçak'ı annesi, bir adanın ortasında bulunan ağacın kovuğunda doğurmuştur. Kıpçaklar da onun soyundan türemişlerdir. Aslında ağaç kovuğunun içerisinde yer alan kadın motifinin sonraki çağlarda, söylenceyi daha gerçekçi bir hale getirmek için oluşturulduğu anlaşılmaktadır. Daha eski dönemlerde doğrudan ağaçtan doğma şeklinde bir anlayışın var olduğu rahatlıkla söylenebilir ve buradaki ağaç da aslında sıradan bir ağaç olmayıp, Ulu Kayın’dır. Çünkü o, tüm yaşamı ve doğurganlığı simgelemektedir. Bir benzetim yapıldığında Oğuz Han'ın ilk eşinin de Ağaç Ana kavramıyla bağlantılı olduğu görülebilir. Oğuz Han'ın bulduğu bu kız da bir ağacın ortasında oturmaktadır. Ve daha sonra doğurduğu üç oğlundan türeyen Üçoklar adı verilen Türk boylarının anası olarak kabul edilir. Ağaç, soyluluğu da ifade eder. Türk kültüründe büyük ve kovuğu olan ağaçlara saygı duyulur, hatta bu tür ağaçlardan korkulur, içinde Al Anasının (veya Ağaç Ananın) yaşadığına inanılır. Ağaç Ana'yı belirgin bir biçimde Ağaç Ata’dan ayıran en önemli özellik, içinde yaşayan dişi bir varlığın veya kadının bulunması ve onun da doğurgan olmasıdır. Türklerde dikkat çeken ve önem verilen bazı ağaçlar şunlardır:

- Yangak/Cangak: Ceviz Ağacı.
- Kos/Goz/Hoz: Ceviz Ağacı.
- Palıt/Pelit: Meşe Ağacı.
- Emen/İmen: Meşe Ağacı.
- Siye/Şiye/Çiye: Vişne Ağacı.
- Alça/Elçe: Vişne Ağacı.
- Tal/Tel: Söğüt Ağacı.
- Kavlağan/Kavlagan: Çınar Ağacı.
- Çöke/Cüke/Yüke: Ihlamur Ağacı.
- Arça/Arca: Çam Ağacı.
- Karagay/Karakay: Çam Ağacı.
- Terek/Tirek: Kavak Ağacı.
- Buk/Bük: Kayın Ağacı.
- Örük/Örik: Kaysı Ağacı.
- Çördük/Çörtük: Armut Ağacı.
- Koçaç/Koşaş: Armut Ağacı.


AĞAÇ ATA: Ağaç Tanrı.
Eş Değer: AĞAŞ (AĞAS, YAĞAÇ, YIĞAÇ, CIĞAÇ, EVES) EDE
Eş Anlam: MAS ATA
Moğolca: MOD (MODON, MODUN) EÇEGE

Bazı Türk boyları örneğin Uygurlar ağaçtan türediklerine inanırlar. İki nehrin kavşağında bulunan bir adacığın tam ortasında yan yana duran iki ağacın arasına düşen yıldırımlar sonrasında beş tane çadır belirir ve içlerinde birer tane çocuk oturmaktadır. Bu çocuklar o bölgedeki kavimlerce bulunurlar ve onların içinde yetişip büyürler ve Uygurların ataları olurlar. Gidip o iki ağaca saygı gösterirler ve bunun üzerine ağaçlar konuşup kendilerine alkımada (hayırdua) bulunurlar. Bu beş çocuğun adı ise şöyledir;

1. Sonkur Tekin,
2. Kotur Tekin,
3. Oğur (Or) Tekin,
4. Tükel Tekin,
5. Bögü Tekin.

Beş çocuk motifinin Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’in eski adı olan Pişbeg (Beş Bey) ile bağlantılı olma ihtimali de vardır. Bu isimlerden birisi olan Tükel sözcüğü Türk kültüründe zaten ağaçtan doğan kişiler için kullanılmaktadır. Bögü Tekin ise Mani dinini Türklerde yayan kişidir ve aslında tarihte yaşamış gerçek bir kişi olmasına rağmen ağaçtan doğma efsanesine dâhil edilmiştir. Yerle göğü birleştiren Yaşam Ağacı bazen Demir Ağaç olarak da adlandırılır. Korkut Ata öykülerindeki Basat adlı kişi de (veya ataları da) ulu ve büyük bir ağaçtan türemiştir. Dolganların kendilerine verdikleri diğer isim olan Tığa Kihi (Orman Kişi), ormanda yaşayan anlamına gelmektedir. Ancak doğrudan ele alındığında “Ağaç Adam” diye dahi çevrilebilir. Orman Kişi tanımlaması Terekeme adlı Türk boyunu da akla getirmektedir ve bu sözcük de terekle yani ağaçla uğraşan çağırışımı yapmaktadır. Bazen Ağaç İyesi manasında da kullanılır.


AĞAÇ İYESİ: Ağaç Ruhu.
Eş Değer: AĞAŞ (AĞAS, YAĞAÇ, YIĞAÇ, CIĞAÇ, EVES) ISI
Eş Anlam: MAS ANA
Moğolca: MOD (MODON, MODUN) EZEN

Ağacın koruyucu ruhu. Her ağaç için farklı bir İye vardır. Özellikle büyük, yaşlı ve kutlu sayılan ağaçların mutlaka bir İyesi vardır. Bazen olumsuz nitelikler de taşıyan Ağaç iyesinin tüm vücudu ağaç gibi kabuklarla ve kıllarla kaplıdır. Çürümüş yaprak ve ağaç kabuğu gibi kokar. Ağaç iyesi bir yerden başka bir yere havada uçarak gidebilir. Bedeni sık tüylerle kaplıdır. Tüm bedenine yapraklar yapışmış, saçı sakalı birbirine karışmıştır. Bazı söylencelerde sihirli güçleri olan kanatlı bir atı olduğu söylenir. Ayrıca ağaç türleriyle bağlantılı olarak değişik iyeler olabilir. Örneğin; Meşe İyesi, Kavak/Gavak İyesi, Söğüt/Sövüt/Söget İyesi, Çam/Şam İyesi, Ceviz/Cevis İyesi, Kayın/Katın İyesi, Çınar/Şınar İyesi, Ardıç/Artuş İyesi, Gürgen/Kürken İyesi, Dut/Tut İyesi, Erik/İrig İyesi, Armut/Almurt İyesi, İğde/Niğde İyesi, Servi/Selvi İyesi, Vişne İyesi, Ihlamur İyesi gibi…
Türk kültüründe ağaç önemli bir yere sahiptir. Özellikle sıra dışı görünümü olan ağaçlar Ulu Kayın’ı çağrıştırdığı için saygı gösterilir. Ağaç daima Ulu Kayın kavramı ile birlikte değerlendirilmelidir. Türklerde elma ağacı büyük bir öneme sahipken incir ve zeytin ağaçları ise İslamiyet’in etkisiyle kutsallık kazanmıştır. Çünkü Kuran-ı Kerim’de bu ağaç (ve/veya meyveleri) üzerine yemin edilmektedir: “İncire ve zeytine ant olsun ki…” (Tin Suresi, 1. Ayet). Budizm’in kurucusu olan Buda bir ağacın altında düşünerek gerçeğe erişmiştir. Zeytin Akdeniz ve Ege kültüründe çok önemli bir yere sahip olup Batı mitolojilerinde vurgulanır. Türklerde ise ağacın türünden ziyade büyüklüğü ve görkemi ön plana çıkar. Korkut Ata Öykülerinde Uruz’un ağaca seslenişi ilgi çekicidir.

Başın ala bakar olsam, başsız ağaç,
Dibin ala bakar olsam dipsiz ağaç.
Beni sana asarlar, götürmegil ağaç,
Götürürsen, yiğitliğim seni tutsun ağaç.


- Türk Söylence Sözlüğünden alıntıdır. -
7DRD97H6DSY7
Devamını Oku »